Robert P. FINN, Emekli Büyükelçi ve Prof.
Atatürk  ve düşünceleri sadece Türkiye'nin ve Türk gençliğinin değil, tüm  dünyanındır. Atatürk'ün düşünceleri, Türkiye'nin sınırlarını aşmış; ırk,  din ve dil gibi engeller yüzünden pek az kişinin kendi ülke  sınırlarının dışını göremediği bir dönemde, dünyada hakim olan Avrupa  kaynaklı, fakat çeşitli uluslara göre değişiklik gösteren ve Atatürk'ün "muasır medeniyet" diye tanımladığı medeniyete Türklerin de katılmalarını amaçlamıştı."
                                             Önce, Ankara Üniversitesi  Rektörü Sayın Prof.Dr. Tarık Somer'in bu konuşmayı yapmam için nazik  davetine teşekkür etmek isterim. Böyle seçkin bir davetli topluluğu  önünde konuşmaktan gurur duymaktaysam da, aynı zamanda Atatürk konusunda  benden çok daha bilgili bir topluluk önünde konuşmaktan ise o kadar  tedirginim. 
Bu konudaki endişemi, çağdaş Türkiye'de bulunan özgürlüklerden yoksun  bir başka ülkede yaşayan Türk bayan arkadaşıma ilettiğimde bana şöyle  dedi: 
"Biliyor musun, Türkiye'de büyüdüm ve Atatürk konusunda herşeyi  bildiğimi sanıyordum. Ben aklı başında ve olgun yaşta bir insanım.  Fakat, Türkiye dışında bulunduğumda, Atatürk'ün ülkemde neler  gerçekleştirdiğini kavradım ve Atatürk'ü anlamaya başladım. Demek ki biz  Atatürk'ü anlamamışız. İşte bunu söyleyin." 
Birçoğunuzun dış ülkelere gitmek fırsatı bulduğunuzu ve arkadaşım gibi  Atatürk mucizesini Türkiye'de olduğunuz zamandan daha iyi anladığınızı  sanıyorum. Benim ülkemde olduğu gibi, maalesef insanlar sahip oldukları  özgürlükleri doğal karşılayıp onlar olmasaydı yerini ne alabilirdi diye  düşünememektedirler. Bundan ötürü buraya bir yabancıyı davet edip, büyük  önderinizi başka bir açıdan anarken, size yardımcı olmak belki de  yanlış bir hareket olmayacaktır. Atatürk, sizin kahramanınız ve  kurtarıcınız, Türk ulusunu kurtarıp Türkiye Cumhuriyetini kuran bir  önder olmakla birlikte, verdiği dersler tüm insanlığı kapsar. Ve bundan  ötürü bu dersler, kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, hepimiz için örnek olmuş  ve olmaya devam edecektir.
Ülkemdeki öğretim sistemine çok kez yapılan eleştirilerden biri,  Amerika'daki öğrencilerin dünyanın öteki ülkeleri konusunda çok az  bilgili olduklarıdır ve maalesef bunda bir gerçek payı vardır.
Bununla beraber, başka ülkelerin insanları konusunda bir şeyler  öğrendiysek, bu da öncelikle geri kalmış Osmanlı İmparatorluğu'nu çağdaş  bir ülkeye dönüştüren, çağdaş lider Atatürk konusunda olmuştur. Bütün  bu olayların nerede olduğu konusunda belki pek fikrimiz yoktu, ama bu  olayların nasıl gerçekleştiğini ve Atatürk'ün kim olduğunu öğrenmiş  oluyorduk. 
Bundan başka, öteki ülkelerde de, örneğin Pakistan'da devlet memurluğuna  giriş sınavında bir aday, Atatürk'ün reformları ve çağdaş Türkiye  konusunda bilgi sahibi değilse, pek başarılı olamaz. Nijerya'da,  Japonya'da ve daha başka bir çok ülkede, öğrenciler Atatürk, reformcu  Atatürk, yirminci yüzyılın ilk gerçek önderi Atatürk, ülkesini savaş ve  yenilgi küllerinden çıkararak, Tevfik Fikret'in dediği gibi "Köhne  Bizans"tan çağdaş bir ülke yaratan Atatürk konusunda bilgiler  edinmektedirler.
Atatürk ve düşünceleri sadece Türkiye'nin ve Türk gençliğinin değil, tüm dünyanındır.
Bunun nedeni çok açıktır. Çünkü, Atatürk ve düşünceleri sadece Türkiye'nin ve Türk gençliğinin değil, tüm dünyanındır.  Atatürk'ün düşünceleri, Türkiye'nin sınırlarını aşmış; ırk, din ve dil  gibi engeller yüzünden pek az kişinin kendi ülke sınırlarının dışını  göremediği bir dönemde, dünyada hakim olan Avrupa kaynaklı, fakat  çeşitli uluslara göre değişiklik gösteren ve Atatürk'ün "muasır  medeniyet" diye tanımladığı medeniyete Türklerin de katılmalarını  amaçlamıştı. 
"Bu Avrupalılar da kimlerdir?"
Uygulaması o kadar başarılı olmuştur ki, bugün dünyanın bir çok  ülkesinde seyahat ederken uçaklarda, oteller ve lokantalarda, Türkleri  görenler, "Bu Avrupalılar da kimlerdir?" diye sorarlar. Bizi anında  dünyanın herhangi bir yerindeki olaylardan haberdar eden teknolojik  devrimin ortaya çıkmasından çok önce, zaman ve iletişimin insanları  birbirine daha yakınlaştıracağını ve uygar ulusların da gelecekte  birbirlerine daha da yakınlaşacaklarını söyleyebilmiştir. Atatürk bunun  kişiliklerden vazgeçilmesi anlamına gelmeyeceğinin de farkına varmış ve "biz bize benzeriz"  özdeyişinin gerçekliğini koruyacağını, ulusal övüncün ve kendi kendine  yeterliliğin evrensel iletişimi ortadan kaldırmayacağını, aksine ulusal  övüncün iletişime katkıda bulunacağını düşünmüştür. Kendimizi daha iyi  tarif edip, daha iyi anladıkça başkalarının varlıklarının daha iyi  farkına varacak ve onlarla birlikte hareket etmede daha iyi uyum  sağlayabilecektik.
Atatürk'ün Selanik'te yetiştiği yıllar ona Balkan uluslarının  milliyetçilik mücadelelerini ve kendilerini anlama çabalarını öğrenme  fırsatını vermiştir. İmparatorluğun bu ikinci şehrinde siyasal ve  entellektüel akımlar çok hareketli bir dönem yaşıyordu. Böylece onun  çocukluk yıllarında çağdaş Türk ve Yunan yazınlarının temelleri  atılıyor, 1885'de Yunan yazınının temel eseri sayılabilecek Makber* adli kitap Selanik'te yayınlanıyordu. 
Bundan sonraki on yıl içinde çağdaş Türk yazınına önderlik eden Genç Kalemler hareketi yine Selanik'te başladı. 
Bunun yanında bir Yahudi toplumunun varlığı genç Mustafa Kemal'e çeşitli  dinlerden ve uluslardan insanları kaynaştıran Osmanlı İmparatorluğu'nun  dinsel hoşgörüsünü unutturmuyordu.  
Bu ortam genç bir insan için cok heyecanlı bir ortam oluşturuyor,  gelişen milliyetçilik akımları, dağlarda egemenlik kuran komitacılar,  İmparatorluğun çöküşünün habercisi olan savaşların korkunçluğu Mustafa  Kemal'i askerliği meslek olarak seçmeye itiyordu. Manastır Askeri  İdadisi'nde Fransız İhtilali ve Avrupa fikir akımları derslerini veren  öğretmeni, kendisinin de dediği gibi, "ona yeni bir ufuk açtı". 
Atatürk bu yıllarda Fransızca öğrenmeye başladı, tatillerinde dahi  derslerine ara vermedi ve Abdülhamit sansürünün yasakladığı kitapları  okuyabilecek derecede de bu dili öğrendi. Mustafa Kemal sadece Fransızca  öğrenmekle yetinmedi, milliyetçi şair Namık Kemal'in olduğu kadar,  Tevik Fikret ve daha sonra Mehmet Emin Yurdakul'un da sadık bir  okuyucusu oldu.
Mustafa Kemal'in gençlik yıllarını renklendiren olaylar, Selaniğin  İmparatorluktan kopmasına, Atatürk'ün idealist yazarlardan milliyetçi ve  hümanist fikirler edinmesine sebep olmuştur. Bu acılı yıllarda öteki  milyonlarca kişi gibi kendi ailesi de göç etmeye mecbur kalmıştır. Bunun  yanında Atatürk, İmparatorluğun çöküşünü belirleyen cadı kazanından ve  eskinin küllerinden yaratacağı yeni ulus için gerekli özellikleri ortaya  çıkardı. Sadece ulusun düşmanları ile savaşmakla yetinmeyip, zamanı  geldiğinde yanlışlıkların tekrarını önlemek için doğru kararlara ve  doğru değerlendirmelere varabilmek için de bir durum muhakemesi yaptı.
Selanik'te yaşamak Atatürk'e sadece askerlik mesleğini ve Fransızca  öğrenme olanağını vermeyip, ona bu hareketli liman şehrinin sokaklarında  dolaşan çeşitli uluslardan insanları birleştiren ve ayıran özellikleri  ve onları birleştiren etkenin de ortak bir uygarlık anlayışı olduğunu  gözleme fırsatı verdi. 
Aynı zamanda, insanları ulus yapan etkenlerin de din, dil ve ortak  kültür olduğunu öğrendi. Mustafa Kemal olgunlaştıkça, bu konulardaki  fikirleri de olgunlaştı ve ileride yeni Türk Devleti'nin kurulması için  verilecek zor kararları alırken neyi, niçin yapacağı ve onun öteki  ülkeleriyle ilişkilerinin ne olacağı konusunda görüşleri de somutlaşmaya  başladı.
Atatürk, bütün uygar ulusların oluşturduğu bir uygar dünyanın varlığının  farkına vardı. Çocuklarımızın Fransız moda dergilerine bakıp, İtalyan  pizzası yerken, Japon müzik setlerinde Amerikan müziği dinleyip size  işkence yaptıklarında, belki buna kültür ve yeni uygarlık  demeyebilirsiniz, fakat evrensel bir ortaklığın oluştuğunu kabullenmek  zorunda kalırsınız. 
Bununla beraber Atatürk'ün tanıdığı dünya bizim tanıdığımız dünya kadar  karmaşık değildi. İletişim devri henüz başlamaktaydı ve insanlar henüz  bu değişikliklere alışamamışlardı. Atatürk uygarlığın türü ile kültür  arasındaki bağın farkındaydı. Nitekim şöyle demişti: "Medeniyetin  Türk ulusu için önde gelen mantık ilkesi, daha önceki yıllarda çeşitli  durumlarda yararlandıkları birleştirici kültür bağlarını yeniden  kurmaktı." Şöyle diyordu: 
"Mazide sayısız medeniyetler kurmuş bir ırkın ve milletin çocuklarıyız."
Bununla beraber Atatürk için uygarlıklar süreli olup, iniş ve çıkışları  vardır. Antik Hindistan ve Mezapotamya'nın kültür değerlerini gözönüne  alarak, yazılarında çok kez Avrupa'da yerleşik ve çağa egemen olan  kültüre ulaşmanın Türklere sorumluluğu olduğunu belirtti. Bu kültürün  dallanıp budaklanması ne zaman ve ne de zeminde sınırlıydı, fakat  kültürün ahlaki ve estetik değerleri tutarlılıklarını korudukça etki  alanı genişleyecektir. Atatürk, bu konuda şöyle diyordu:
"Yüksek bir kültür, onun sahibi olan millete kalmaz, diğer  milletlerde de tesirini gösterir. Bütün kıtalara şamil olur. Belki bu  itibarla olacak, bazı milletler yüksek ve şamil kültüre medeniyet  diyorlar. Avrupa medeniyeti, Asr-ı hazır medeniyeti gibi."
Batı kültürü karşısında ise Ziya Paşa gibi aşağılık duygusuna kapılmadı.
Onun için dünya kültürü, ulusların her birinin aynı yerinin olduğu ve  daha güçlü ve canlı olanın daha egemen olduğu bir sentezdi. Atatürk'ün  amacı Türkiye'nin bu kültürde yerini alması, Avrupa kültürünün  kenarında-köşesinde dolaşmayı bırakıp, bütünleşip, katkıda bulunmayı ve  zamanla eskinin yıkıntıları üzerinde kurulacak olan bu dünya kültürüne  öncülük etmesiydi. 
Beklentisi: "Türk uygarlığının en kısa zamanda çağdaş uygarlık düzeyinin üstünde yeni bir güneş gibi doğması" idi.
Atatürk'ün maksatlı bir beklentisi vardı. Atatürk'ün görüşünce, uluslar  ve kültürleri gökteki yıldızlar gibi birbirine benzerler fakat  ilişkileri ayrıdır; bazen biri bazen diğeri daha parlak görünür. Tüm  medeniyetlerin üniter ve katılınabilir olması görüşü Türkiye için çok  yeni bir görüş olup, çarpıcı tarafı dünya kültürüne yaklaşılabilir üstün  bir nokta olmasıydı. 
Kültürel üstünlük iddiası, Osmanlı İmparatorluğu'nun kültürel  hatalarından biriydi. Atatürk'ün amacı bir çok medeniyete ve insana  beşik olmuş ülke ve halkını, bir üstünlük iddiasından çok bir sentez  yapma zamanının geldiğine inandırmaktı. Bunun cevabı da dünya  kültürüne bir alıcı gibi girmekten ziyade bir katkıcı olarak girmek ve  Türk halkının da bu misyonla kültürün yayıcısı olarak haklı yerini  almasıydı. Atatürk çok kez Türklerin daima Batıya doğru gittiklerini  ve artık tekrar Batıya bakmanın zamanı geldiğini söylemişti. Onun  görüşünce Osmanlıların Batıya sırt çevirmeleri bir hata olmuştu. Şöyle  diyordu:
"Osmanlı İmparatorluğu'nun sükutu, Garbe karşı elde ettiği  muzafferiyetlerden çok mağrur olarak kendisini Avrupa milletlerine  bağlayan rabitaları kestiği gün başlamıştır. Bu bir hata idi, bunu  tekrar etmeyeceğiz."
Bu, Atatürk'ün Doğu'ya yada İslam ülkelerine sırt çevirdiği anlamına gelmemektedir. Aksine, şimdi Üçüncü Dünya dediğimiz uluslarca O bir önder olarak kabul edilmişti. Üçüncü Dünya'nın ilk ve kuşkusuz en başarılı lideri olarak Atatürk hala bir örnek olarak yaşamaktadır  ve Asya veya Afrika'da belki de tüm başkentlerde, onun adının verildiği  bir cadde veya okul vardır. Bu alanda da Türkiye, Avrupa ve Asya  arasında köprü olarak Birinci ve Üçüncü dünyaları birbirine  bağlamaktadır.
Belki de Atatürk bu köprü görevi gerçeğini gören ilk kişi olup,  gelişmekte olan ülkelerle bağlarını sürdürüp, aynı zamanda ülkesinin  gelişmiş ülkeler arasında yerini alması için çaba harcamıştır.
Atatürk dünyayı tek bir uygarlığa sahip bir yer olarak görmüş ve bu da  onun dünya görüşünün temelini oluşturmuştur. Türkiye'yi bu dünya  uygarlığının geliştirilmesinde özel sorumluluğu olan bir ülke gibi  görmüştür. Atatürk şöyle yazmıştır:
"Milletimizin hedefi, milletimizin mefkuresi, bütün cihanda tam manasıyla medeni bir heyet-i içtimaiye olmaktır."
Atatürk dünya görüşünü 1937 yiında Romanya Dışişleri Bakanına hoşgeldin demecinde çok açık olarak şöyle belirtmiştir:
"Bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve  olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan mensup olduğu milletin varlığını  ve saadetini düşündüğü kadar, bütün cihan milletlerinin huzur ve  refahını düşünmeli ve kendi milletinin saadetine ne kadar kıymet  veriyorsa bütün dünya milletlerinin saadetine hizmet etmeye elinden  geldiği kadar çalışmalıdır. Çünkü dünya milletlerinin saadetine çalışmak  diğer bir yoldan kendi huzur ve saadetini temine çalışmak demektir.   Dünyada ve dünya milletleri arasında sükun, açıklık ve iyi geçim  olmazsa, bir millet kendi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur.  Onun için ben sevdiklerime şunu tavsiye ederim: Milletleri yönetenler,  tabii evvela ve evvela kendi milletinin varlık ve saadetinin  gerçekleştiricisi olmak isterler. Fakat aynı zamanda bütün milletler  için aynı şeyi istemekte lazımdır. En uzakta zannettiğimiz bir hadisenin  bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için beşeriyetin  hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir uzvu addetmek icab eder. Bir  vücudun parmağının ucundaki açıdan diğer bütün organlar müteessir olur."
Biz ideal olarak bu konuda herhalde hepimiz ortak bir noktaya  gelebiliriz. Atatürk'ün ve bugün bizim açımızdan sorun ise, insanlığın  ve tüm ülkelerin barış içinde yaşaması nasıl sağlanacak? Atatürk'ün bir  kaç temel ilke üzerine dikkatle belirlenen dış politikasına göre, Türk  ulusu hem sorumluluklarını yerine getirebilecek derecede güçlü olacak,  hem de başkalarının yarattığı sorunlarla başa çıkabilecek derecede olgun  olacaktı. Kurtuluş Savaşı daha başlamadan Müttefikler İstanbul'u işgal  ettiklerinde, bu ülkelerin kendilerinin savundukları ilkelerle ilgili  sözlerle işgali kınamıştı. Telgrafında Osmanlı İmparatorluğu'nun  başkentinin işgali için şöyle der:
"Yirminci yüzyıl uygarlığına ve insanlığın kutsal saydığı bütün  esaslara, özgürlük, milliyet, vatan duygusu gibi bugünün insanlık  toplumlarına temel olan bütün ilkelere ve bu ilkeleri vücuda getiren  insanlık vicdanına racidir."
 Egemenliğin simgesi olan Yunan bayrağını çiğnemeyi reddetti.
Atatürk'ün egemen bir ülkeye gösterilmesi gereken saygıyı Avrupa  ülkelerinin Türkiye'ye göstermesi için birkaç yıl daha çaba sarfetmesi  gerekti. Bu çabayı sarfederken duyduğu acı ise onu ulusların  birbirlerine karşılıklı saygı duyması düşüncesine bağlılıktan ayırmadı  ve zaferin hemen sonrasında bile kendi ifadesiyle ulusal egemenliğin  simgesi olan Yunan bayrağını çiğnemeyi reddetti. Yerden aldırarak,  özenle korunmasını istedi.
Daha sonraki yıllarda Atatürk büyük bir dirayet ve dikkatle yeni Türkiye  Cumhuriyeti'nin güvenliğini sağlamaya çalıştı. Uluslararası  görüşmelerini belirleyen pragmatik anlayışı, Atatürk'ü yeni Türk  ulusunun şeklini ve dünya ülkeleriyle ilişkilerini belirleyecek kesin  kararlara doğru yönlendirildi.
"Biz ilhamımızı gökten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz."
Atatürk bir gerçekçi ve çevrenin zorlandığı şartlarla başa çıkabilmek  için doğrudan doğruya kesin kararlar verebilen tecrübeli bir askerdi.  Bundan ötürü katı geleneksel siyasi anlayışları terkederek durumunun  getirdiği uygun bir yaklaşımı tercih etti. Ve bunu şöyle ifade etti:  "Biz ilhamımızı gökten değil, doğrudan doğruya hayattan almış  bulunuyoruz."
Bu pragmatik yaklaşım Atatürk'ü çağın militarist siyasi anlayışlarından  uzaklaştırdı. Kominizmi reddetti; çünki komünizm ve öteki totaliter  rejimler halk için aldatıcıydı. Atatürk'ün görüşü, bir cumhuriyet idaresinde ancak, demokrasinin halkın iç ve dış baskılarla başa çıkabilmekte gerekli gücü sağlayabileceğiydi. 
Osmanlı İmparatorluğu bütün Müslümanların sözcüsü oldu fakat aynı  zamanda uluslararası siyasal gerçeklerin uzun zamandan beri kendi  durumunu zayıflatmış olmasına rağmen, gelişmeler Osmanlı  İmparatorluğu'nun gücünü ve prestijini korumaya devam etmek için çaba  sarfetmeye yöneltti. 
Bundan ötürü Atatürk, Türkiye'yi ulusal sınırlar ve fiziki olanakları  ötesinde sıkıntıya sokabilecek idealist politikaları uygulamayı  reddetti. Atatürk, uluslar arasındaki savaşların neden olduğu taleplerin  üstesinden gelmek için hızla Yunanistan'la bir anlaşmaya vardı. Birkaç  yıl sonra da Selanik Belediye Meclisi'nin Atatürk'ün doğduğu evi  Türkiye'ye armağan edecek kadar, bir büyük önder ve devlet adamı olarak,  komşularının sempatisini ve güvenini kazanmayı başardı.
Atatürk'ün dış dünyaya yaklaşımının ikinci unsuru da ulusal güce  dayanacak bir noktadan hareket etmekti. Savaş tecrübeleri ona durumun  gerektirebileceği zamanlarda tamamen kendi kendine yeterli olabilmenin  vazgeçilmezliğini öğretmişti ve Atatürk bundan ötürü yeni ulusu kendi  kendine yeterli yapabilmek için bir dizi radikal yenilikler  gerçekleştirdi. Bu yenilikler aynı zamanda milyonlarca Türk'ün hayat  tarzını ve kültürel değerlerini tümden değiştirdi. 
Kültür alanında belki en radikal reform Türkiye'yi Doğu'ya bakan bir  ulus olmaktan çıkarıp, Batı'ya bakan bir ulus haline getiren "alfabe  reformu"ydu. Bununla beraber, Atatürk Türklerin yaşamlarında yeni bir  alfabeyi benimsemelerinin ilk kez olmadığının farkındaydı ve gerçekten  yeni alfabe Türk dilinin seslerine eski alfabeden daha uygun olduğundan  hızla benimsendi. Giyimde, müzikte ve sosyal adetlerde yapılan öteki  reformlar da 19. Asırdan beri süregelen eğilimleri güçlendirerek,  Türkiye'nin Avrupai görünüşünü teyit etti.
Türkiye'nin görünümündeki fiziksel değişiklerden daha önemlisi ise yeni  ulusal sınırları savunmak için Türkiye'nin yeni askeri gücüne güveni  oldu. Atatürk, vatandaşlarının kendisine olan bağlılıklarına ve  gerçekten onu kurtarıcıları olarak görmelerine güvenerek, onların  heyecan ve yetenekelerinden yeni reformlar yapmak için faydalandı. 
Atatürk'ün çalışmalarını tamamlamasından yarım asır sonra bile bunun  etkileri hala görülmektedir. Türkiye, Batı ittifakının bir kalesi ve  giderek sorunları artan bir bölgede büyük bir askeri güç ve bir de  güvenlik adası olmakta devam etmektedir.
Atatürk bunun ilkelerini daha 1928 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılışında yaptığı şu konuşmayla saptadı:
"Efendiler, harici siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin emniyetine  ve inkişafının masumiyetine dikkat şiarı hareketimize kılavuz  olmaktadır. Esaslı ıslahat ve inkişafat içinde bulunan bir memleketin  hem kendisinde, hem de muhitlerinde sulh ve huzuru cidden arzu  etmesinden daha kolay izah olunabilecek bir keyfiyet olamaz. Bu samimi  arzudan mülhem olan harici siyasetemizde memleketin masumiyetini,  emniyetini, vatandaşların haklarını herhangi bir tecavüze karşı bizzat  müdafaa edebilmek kudreti de bilhassa gözde tuttuğumuz noktadır. Kara,  deniz ve hava ordularımızı bu memlekette sulhu ve emniyeti masum  bulunduracak bir kuvvette muhafazaya bunun için çok ehemmiyet veriyoruz.  Cumhuriyet hükümeti, milletler arasında emniyet misakları akdi için  hukuki bir gayret göstermektedir. Bize teklif olunan Kollog mişakına  iltihak için de aynı samimiyetle muvaffakatımızı bildirdik."
Atatürk'e göre, "Beynelmilel siyasi emniyetin inkisafi için ilk ve son  mühim şart, milletlerin hiç olmazsa sulhu muhafaza fikrinde, samimi  olarak birleşmesidir."
Atatürk'ün Büyük Nutku'nda ilkelerini belirttiği dış politika  günümüzde de izlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti'nin emrindeki güçlü  Silahlı Kuvvetler, İkinci Dünya Savaşı'ndaki rolünü belirlemekte en  büyük etken olarak ülkeyi bir savaş alanı haline getirmekten korumuştur.  Atatürk'ün dış politikasına temel yaptığı dünya birlik ve barışına  bağlılık ilkesi, Türkiye'nin Kore'ye Birleşmiş Milletler emrine kuvvet  göndermesinde baş etken olmuş ve bu suretle Türkiye Batı ittifakının  öteki üyeleriyle güçlü bağlar kurmuştur. Bütün bunlar, Atatürk'ün dış  politikasının birer uzantıları olup, Türkiye'nin kaderini belirleyen  dehasının ulusal mirasıdır.
Kuşkusuz Atatürk'ün politikasının temel taşı "Yurtta Sulh, Cihanda Sulh" ilkesi olup, onun tüm dünyaya bakış açısını belirleyen yine bir temel unsur da "barışçılık"tır. 
Atatürk'ün inancına göre uluslar, halklara kalıcı miras olan  birbirlerini anlamayı ve değer vermeyi öğretirler, fakat halklar  arasında kin ve nefrete de hükümetler neden olurlar. 
Bıkmadan, usanmadan eski düşmanını kardeşe çevirmek için çalıştı..
Onun Yunanistan ile kurduğu ilişkiler, insanlık idealinin doruğuna çıkan  şahane bir kardeşlik yüceliğidir. Atatürk bıkmadan, usanmadan eski  düşmanını kardeşe çevirmek için çalıştı ve çabalarında da hayati boyunca  genellikle başarılı oldu. Bunun yanında, Atatürk, Türkiye'nin ortak  tarihsel değerleri paylaştığı öteki komşularıyla da kalıcı bağlar için  ilişkileri geliştirmeye çalıştı. Kominizmin iyi bir hükümet şekli  olduğuna inanmamasına rağmen, Sovyetler Birliği ile dostluk ilişkilerini  geliştirmiştir.
Marshall McLuhan, "evrensel köy" teorisini gerçekleştirmeden çok önce Mustafa Kemal kendi fikirlerini geliştirdi.
Atatürk'ün planladığı yeni Türkiye'de, ilim yol gösterici olacaktır.  Marshall McLuhan evrensel köy teorisini gerçekleştirmeden çok önce  Mustafa Kemal kendi fikirlerini geliştirdi. Onun görüşüne göre, muasır  medeniyetin belirgin niteliği ilim ve fen olacaktı. Birçok Türk okulunun  duvarında yazılı olduğu gibi "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir"  sözü onun bu gerçeği dramatik şekilde teyit etmesidir. Atatürk çok kez  ilim ve fennin insanlığın gelişmesinin temelini oluşturacağı görüşünü ve  kararlılığını şöyle ifade etmiştir:
"Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benim Türk milleti için yapmak  istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra beni  benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde, akıl ve ilim  rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçıları olurlar."
Atatürk'ün amacı Türkiye'yi, Avrupa'nın "hasta adam"lığından kurtarmak,  onu çağdaş uygarlığın tam bir üyesi yapmaktı. Toynbee'nin dediği gibi  Atatürk, Rönesans'ı, Fransız İhtilalini ve sanayi ihtilalini tek bir  kuşağın yaşamına sığdırmak istiyordu. Çarpıcı olan, Atatürk'ün  reformlarının toplumun her tabakasında yüzde yüz etkili olup olmadığı  değil, fakat çok geniş bir alanda başarılı olmaları ve Türk ulusunu  kalıcı bir şekilde değiştirmiş olmalarıydı. Atatürk dikkatini bir  noktada toplamıştı ve bu da Türkiye'nin çağdaş uygarlığın bir üyesi  olmasıydı. Şöyle diyordu:
"Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılapların gayesi, Türkiye  Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve bütün mana ve görüşü ile uygar bir  toplum haline ulaştırmaktır. İnkılaplarımızın ana ilkesi budur."
Atatürk, bilim ve ilerlemenin gereklerinin eski ayırımlarının anlamsız  olduğu gerçeğini gören, bunların ulusları daha önce görülmemiş bir  şekilde birleştireceği gerçeğinin farkına varan bir kimsedir. Ülkesini  kurtarmayı ve onun güvenliğini sağlamayı amaç edinmiş olan Atatürk,  Türkiye'nin egemenliğini korumasının en iyi yolunun da ülkesinin dünya  ulusları topluluğunda yerini alarak bir lider ulus olması  gerekliliğinden geçtiğinin farkında olmuştur. O söye demişti:
"Gözlerimizi kapayıp, tek başına yaşadığımızı düşünemeyiz.  Memleketimizi bir çember içine alıp, dünya ile alakasız yaşayamayız.  Aksine, yükselmiş, ilerlemiş bir millet olarak medeniyet düzeyinin  üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim nerede ise  oradan alacağız ve milletin her ferdinin kafasına koyacağız."
Başından beri Atatürk yalnız Türk halkı için çalışmadığının fakat dünya  düzeninde temel bir değişiklik için mücadele ettiğinin farkındaydı. Bunu  Kurtuluş Savaşı sırasında açıkça ifade etmişti:
"Türkiye'nin bu savaşının yalnız Türkiye'ye ait olmadığını bir kez  daha tekrarlamak isterim. Türkiye'nin bugünkü savaşı yalnız kendi nam ve  hesabına olsa idi belki daha az kanlı olur ve daha çabuk biterdi.  Türkiye azami ve önemli bir gayret sarfediyor. Çünkü savunduğu bütün  mazlum milletlerin, özellikle bütün Şark'ın davasıdır ve bunu nihayete  getirinceye kadar, Türkiye kendisiyle beraber olan milletlerin beraber  yürüyeceğine emindir."
Atatürk'ün Türkiyesi dünyadaki mazlum uluslara bir model olacaktır. Atatürk dünyadaki ulusların "insanlık ülküsüne yakışan bir sosyal hayata kavuşacakları günü" özlemle bekliyordu, "Bizim ulusumuz o zaman bir amaca erişmiş olan uluslar arasındaki öncülüğü ile iftihar edecektir"  diyordu. Milli mücadelede elde ettiği başarı ve yeni Türkiye için  yapması gereken yoğun işler ona insanlığa olan hizmetlerini unutturmadı.  1933 yılında faşizm ve ırkçılık akımları Avrupa politikasını  renklendirirken, Atatürk bir gün uluslararasında hiç bir renk, din ve  ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliğinin hakim olacağını  vurgulamıştı.
Atatürk, [...] asırlar süren sorunlarına yeni bir çözüm bulacağına inananlar için bir umut sembolü oldu. 
Dünya Atatürk'ün insanlık için beslediği sıcak ve kuvvetli duygulara  karşılık vermiştir. Atatürk, yeni çağın insanlığa bir ruh getireceğine  ve insanların asırlar süren sorunlarına yeni bir çözüm bulacağına  inananlar için bir umut sembolü oldu. 
Atatürk, onun ülkesini bağımsızlığa kavuşturmak için imkansızlık içinde  verdiği mücadeleye ve de dünyanın en eski topraklarında kurulmuş bulunan  ülkesini modernleştirmek için gösterdiği azme tanıklık eden ve aynı  uyanışı kendi ülkelerinde de görmek isteyenlerin kalplerine girdi. 
Aynı şekilde gelişmiş dünyada modern çağın faydalarını bütün insanlara  yaymak isteyen kişilerin de sevgisini kazandı. Pakistan'ın kurucusu  Cinnah da Atatürk'ü "Sislerin arasından ışıldayan ve yepyeni bir kaderin yolunu gösteren parlak bir yıldız" olarak tanımladı ve Atatürk'ü Hindistan'daki müslümanlara ilham vererek bir sembol olarak kullandı.
Aynı şekilde Nehru'da, Atatürk'ü "Doğu'da modern çağın yapıcılarından biridir" diye değerlendirdi. Nobel Ödülü sahibi Tagore da "Atatürk  bizlere üstünde yaşayanların geçmişin zaferlerini hazırladıkları yeni  bir Asya sunmuştur. O bizlere Doğu'da yeni bir hayat için ümit  vermiştir" demiştir.
Atatürk'ün şöhreti sadece liderler ve devlet adamları ile sınırlı  kalmamıştır. Atatürk adı dünyanın en ünlü isimlerinden biridir ve  Atatürk'ün kendisi bir ilham kaynağıdır. Onun resimlerini dünyanın en  ücra köşelerinde dükkanlarda, evlerde gördüm ve Atatürk adını köylerinin  dışında pek az şey bilen insanların ağzından işittim. İnsanların  cehalet ve adaletsizliğe karşı mücadele verdiği her yerde, Atatürk  amaçlara ulaşma yolunda bir örnek ve Atatürk adı bir simge olarak ortaya  çıkmaktadır.
Denebilir ki, Atatürk bu yüzyılın emsalsiz simalarından biridir. Bir  asker olarak yetişmiş, fakat bir politikacı ve devlet adamı olarak  temarüz etmiştir. Yenilgi ve felaketi en iyiye ulaşmak için bir davet  olarak kabullenmiş ve bir kaç yıl içinde benzeri olmayan bir mucize  yaratmıştır.Kendini tamamen ulusuna ve halkına adayan Atatürk,  tüm umutlarını yitirmiş olan bu ulusa Avrupa'nın muzaffer uluslarına  karşı bir mücadeleye girecek heyecanı aşılamış ve sonra da aynı ulusa,  Avrupalıların kendi Avrupalılıkları yolundaki gelişmeyi, Batılılara  rağmen Batılı olmayı, medeni dünyada iyi yürekliliği veya hoşgörüsünden  dolayı değil, fakat bileğinin hakkı ile yerini alması gerektiğini  söylemiştir. Bu büyük bir başarı idi ve dünyadaki tüm çocuklara kararlı  bir insanın neler yapabileceğinin örneği olarak öğretilir.
Atatürk'ün en çarpıcı yönü ne yurtseverliği ne de çarpıcı kişiliğidir;  çünkü bu gibi niteliklere az veya çok her zaman rastlanabilir. Kanımca,  Atatürk'ün en büyük mirası çok sevdiği ülkesinin görüş açısının  ötesinde, insanlığın gelişmesinde her ülkenin payının önemini kavrama  yeteneğidir. Düşmanın kendisinin dahi farkına varamadığı değerleri görüp, kendi ulusunu bu değerlerin önemini anlamaya ikna etmiştir.
Tevrat'daki "Savaşın da, barışın da zamanı vardır" sözünü  gerçekten anlayabilen eşsiz bir liderdi. Barış aşkı gibi gerçekçi  inançları içinden geliyordu ve hakikaten içtendi. Bundan ötürü bu gibi  inançları onun eylemlerini yönlendiriyordu ve onun görüşlerini başkaları  için de itici güce sahip çıkıyordu.
Dünya çok büyük askerler ve parlak devlet adamları, inançlı barışçılar  görmüştür fakat bütün bu niteliklerin toplandığı tek kişiyi nadiren  görmüştür.
Yüzyılımızda, yaşam ve eylemleri bize örnek olan böyle bir kişi görebildiğimiz için kendimizi talihli saymalıyız. 
Sizler ise, gerçekten Türklerin Atası olan O'na sahip olduğunuz için  daha talihlisiniz. Fakat hepimizin sorumluluğu ise onun hayatını ve  başarılarını onun dediği gibi "uzak bir atide değil, yakın bir istikbalde"  çağımızın uygarlığı yararına örnek almaktır. Her birimiz ancak  uygarlığa katkımız çerçevesinde uygarız. Maalesef hiç birimiz uygar  doğmayız. Atatürk, bu kişisel sorumluluğun gereğinin farkına varıp  ülkesini de bu sorumluluk duygusunu aşılamaya çalıştı. O, aynı zamanda  sadece uygar olmanın ve uygarlığa ulaşmanın mümkün olmayıp, bu uygarlığa  öncülük etmenin de herkes için gerekli olduğuna inanıyordu.
Atatürk, yaptığı yeniliklerin eski düzeni tümden değiştireceğini ve  yankılarının Türkiye sınırlarının çok ötesine gideceğinin farkına  varmıştı.. Onunla birlikte yeni bir çağın güneşi doğmuştur. İstanbul'da  halka söylediği gibi:
"Artık bütün cihan bizimle beraber."
* Abdülhak Hamit'in MAKBER'i ile aynı dönemde yazılmış bir Yunan edebiyat eseri.
Teşekkür:
Çok nadir olarak rastlanan üst düzey Amerikalı bir diplomat ve  akademisyenin gözünden; "Atatürk'ün dünya görüşü"nü bu kadar güzel,  etkin ve çok zengin kaynaklar ile kapsamlı anlatan Emekli Büyükelçi ve  Prof. FINN'e, yukarıdaki konuşma metnini, IşıkBinyılı.Org ile paylaştığı  için tüm üyelerimiz, katılımcılarımiz ve okurlarımiz adına kendisine  çok teşekkür ediyoruz.
http://www.isikbinyili.org - http://www.lightmillennium.org - 15 Aralik 2010, New York.                                                    
© Aralık 2010, IşıkBinyılı
Total Pageviews
Thursday, December 16, 2010
Subscribe to:
Comments (Atom)
Mustafa Kemal Atatürk
Mustafa Kemal Atatürk, the founder of the Turkish Republic and its first President, stands as a towering figure of the 20th Century. Among the great leaders of history, few have achieved so much in so short period, transformed the life of a nation as decisively, and given such profound inspiration to the world at large.
ATATÜRK DEVRİMLERİNİN BÜTÜNLÜĞÜ İÇİNDE DİL DEVRİMİ
Prof. Dr. Şerafettin TURAN
Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümüne girerken O'nun başlattığı dil çalışmalarının bir devrim olup olmadığı ve toplumumuza yarar mı zarar mı getirdiği tartışmaları da ne yazık ki giderek yoğunlaşmaktadır. Oysa liseler için yazılan IV. cilt Tarih'in 1934 baskısında bile Türk Dil Kurumu'nun kuruluşu ve Türkçenin özleştirilmesi çalışmaları Cumhuriyet kuşaklarına Dil İnkılâbı Hareketi başlığı altında sunulmuştu.
Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışında ''Türk devrimi nedir?'' sorusunu, ''Bu devrim, sözcüğün bir anda dolaylı olarak belirttiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir değişikliği belirlemektedir'' diye yanıtlayan Atatürk, devrim'i şöyle tanımlamaktadır:
''Devrim var olan kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk ulusunu son yüzyılda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.''
O'nun kimi kez ''devrim'' (inkılâb), ''Türk devrimi'' diye tekil, kimi kez de ''inkılâbat, inkılâblar, devrimler'' ya da ''Türk Genel Devrimi'' diye çoğul biçimde kullandığı devrimlerle güdülen amaç, bilindiği gibi, önceden bütün açıklığıyla saptanmıştır. Gerçekten de Atatürk, 1925'teki Kastamonu konuşmasında:
''Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını, tümüyle çağımıza uygun ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır'' diye devrimlerin ana doğrultusunu göstermiş ve daha sonraki yıllarda da, özellikle ''Onuncu Yıl Söylevi''nde bunu yinelemekten geri kalmamıştır.
Türk toplumunu çağdaş düzeye ulaştırma aynı zamanda bir çağ değişikliği de demektir. Bu yüzdendir ki başarıya ulaşan Atatürk, ''Biz büyük bir devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük'' diyebilmiştir. Ve yine olumlu sonuçların alınmasına dayanarak 1935'te genel bir değerlendirme yapma olanağını bulmuştur:
''Uçurum kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet... Ve bunları başarmak için arasız devrimler... İşte Türk Genel Devrimi'nin bir kısa deyimi.''
Atatürk Devrimlerinin en belirgin özelliklerinden biri de, bunların belirli bir sıraya göre ve zamanı geldiğinde uygulamaya konulmalarıdır. Bu genel dizge içerisinde Dil Devrimi, Harf Devrimi'nin gerçekleştirildiği 1928 yılında gündeme girmişti. Yeni Türk Abece'sini saptamak için oluşturulan kurul, daha çok ''Dil Kurulu'' adı altında çalışmalarını sürdürmüştü. Ahmet Cevat da dile ilişkin yazılarını Muhtaç Olduğumuz Lisan İnkılâbı Hakkında Bir Kalem Tecrübesi adını koyduğu bir kitapta toplamıştı. 1930'a gelindiğinde Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, ''Harf Devrimi'yle, dilimizi içine çekip batıracak büyük bir hendeği atladık. Şimdi sıra dilimizin bu devrimin gereklerini karşılamasına kaldı'' diyerek, zamanın geldiğini vurgulamıştı. Yeni bir atılımla sürdürülmesi gereken dil çalışmaları için yeni bir örgütlenme de zorunlu görüldüğünden Atatürk'ün isteğiyle 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumu kurulmuştu.
26 Eylül 1932'de toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı'nda amaç ve yöntem belirlenirken, dilde devrim yapılıp yapılamayacağı uzun ve oldukça sert tartışmalara yol açmıştı. Başta Hüseyin Cahit Yalçın olmak üzere kimi üyeler dilde ancak ''doğal bir evrim''in geçerli olabileceği görüşünü savunmuşlar, buna karşın birçok üye de Türkçe için devrimden başka bir yol olamayacağını dile getirmişlerdi. Bu arada konuşan Fuad Köprülü, Türkçe yönünden ve dilin zenginliği ile bağımsızlığı açısından son yüzyıllarda ileriye doğru bir gelişme değil de geriye doğru bir gelişme gözlendiğini dili düzeltmek için o güne değin yapılan çalışmaların güçsüz birer akım olmaktan öteye geçemediklerini belirterek evrimci görüşü savunanlara karşı çıkmış ve ''Görünüşte bir bilim cilasına bürünen bu sav, bütün devrim hareketlerine karşı her zaman kullanılan eski bir silahtır'' demişti. Konuşmasını sürdüren Köprülü, 26 Eylül tarihini ''Ulusal Rönesansımızın başlangıcı'' olarak nitelendirmiş ve başlayan Dil Devrimi ile Atatürk'ün ''ulusuna armağan ettiği büyük devrimler zinciri''ne yeni bir halka eklendiğini vurgulamıştı.
Dilde devrim ilkesi benimsendiği içindir ki, ilk Kurultay'dan sonra yönetim kurulunun Atatürk'ün başkanlığında yaptığı toplantıda Dil Devrimi'nin amacı bütün yönleri ile açık seçik saptanmış ve 17 Ekim 1932'de bir bildiri ile açıklanmıştı:
''1- Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek,
Türkçeyi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu tüm gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek.
2- Bunun için, yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak,
Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, halk ile aydınlar arasındaki nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak,
Ana öğeleri Öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmak.''
49 yıldır uygulanmakta olan bu ilkelere ve söz konusu metne eklenecek hiçbir sözcük bulunmadığı kuşkusuzdur.
Atatürk devrimlerinin bir başka özelliği, bunların birbirleriyle ilgili, birbirlerini tamamlar, birbirleriyle uyumlu olmalarıdır. Kendisine yöneltilen ''En büyük devriminiz hangisidir?'' sorusuna yanıt veren Atatürk bunu şöyle belirtiyor:
''Benim yaptıklarım birbirine bağlı ve gerekli işlerdir. Bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan sorunuz!''
Bir bütünlük gösteren devrimler içerisinde Dil Devrimi'nin yerini de Birinci Kurultay'da yine F. Köprülü şöyle dile getirmişti:
''26 Eylül (Dil Devrimi), birbiriyle uyumlu ve büyük bir bütün oluşturan Türk Devrimi'nin en doğal ve belki en çarpıcı sonucudur.''
Bu niteliği ile de Dil Devrimi, Türk toplumunun ulusal çehresinin değişmesinde etken olan ana öğelerden biridir. 9 Mart 1935'te bu değişikliği belirleyen Atatürk, Dil Devrimi'nin oynadığı rolü de vurgulamıştı:
"Bugüne değin kültürel ve sosyal alanda başardığımız işler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal çehresini kesin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır."
''Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar, bilimsel, müzik ve teknik kurumlarıyla, kadını erkeği her hakta eşit yeni Türk toplumu, bu son yılların oluşumudur.''
Öte yandan Dil Devrimi, tüm Atatürk devrimlerine egemen olan ana ilkeleri yansıtması ve onları desteklemesi yönünden de ayrı bir değer taşır. Türk Genel Devrimi'nin vazgeçilemez ana öğelerinden olan Dil Devrimi, kendi içinde de bir bütün olarak her şeyden önce devrimci bir atılımdır. Bunun yanıbaşında Dil Devrimi, ''ulusçuluk'' ilkesinin en belirgin bir uygulaması olmuştur. Atatürk'ün ulus ve ulusçuluk anlayışında Öz Türkçe ulusal dil olarak ana kaynaklardan biridir. Ayrıca O, Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması gerektiği yolundaki buyruğunu verirken, dil ile ulusal duygu arasındaki ilişkiye de dikkati çekmekten geri kalmamıştır:
''Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.''
Bursa'daki gericilik olayı üzerine 6 Şubat 1933'te bir demeç veren Atatürk, dilin ulusal benlik yönünden önemini bir kez daha vurgulayıp, ''Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır'' diye gürlemiştir. Bu nedenledir ki, ulusal dili oluşturmayı amaçlayan Dil Devrimi'ni herkesten çok, boyuna ulusçuluktan söz edenlerin desteklemesi gerekir!
Konuşma dili yazı dili arasındaki ayrılığı, halk ile aydınlar arasındaki uçurumu gidermeye yönelen Dil Devrimi ''halkçılık'' ilkesinin de bir gereği ve uygulanması idi. Bu girişim Ziya Gökalp'in özlediği ''halka doğru'' olmanın da ötesinde, halk içinde, halk ağızlarından yararlanılarak gerçekleştirilmek istenen halkçı bir atılımdı.
Dil Devrimi, Atatürk Devrimlerinin eksenini oluşturan ''laiklik'' ilkesinin yerleşip güçlenmesine de destek olmuştur. Daha dilde devrime girişmeden, dinsel görevlerin yerine getirilmesinde Türkçe kullanılmasına büyük önem veren Atatürk, 7 Şubat 1923'te Balıkesir Paşa Camii'nde minbere çıkarak ''Hutbeler tümüyle Türkçe ve devrim gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır'' kararını açıklamış ve böylece halkın anladığı ilk Türkçe hutbe örneğini de vermişti. Arkasından hilafetin kaldırılması ve medreselerin kapatılması ile okullardaki Arapça öğretime son verilmiş ve yarı kutsal bir dil sanılan Arapça bu üstünlüğünü yitirerek yerini Türkçeye bırakmıştı. 18 Temmuz 1932'den başlayarak da bütün Türkiye'de ezanın Türkçe olarak okunması yurt ufuklarında anadilin yankılanmalarına yol açmıştı. Ne yazık ki, 1950 seçimlerinden sonra siyasal iktidar ezanı yine Arapçaya çevirerek laisizmin uygulanmasında büyük bir ödün vermiş ve bunu düzeltmek olanağı da bulunamamıştır.
Dil Devrimi'nin giderek güçlenmesine koşut olarak yazı dili ile halkın konuştuğu dil arasındaki büyük ayrılığın azalması, ülkemizde demokrasinin yerleşmesine de yardım etmiştir. Ulusal egemenlik yalnızca halkın belirli dönemlerde oy vermekle kalmayıp, nasıl yönetildiklerini anlamalarına, kendileri için uygulanmakta olan yasaların, yargı kararlarının dillerini anlamalarına sıkı sıkıya bağlı bir kavram olduğundan Türkiye'de buna ancak Cumhuriyet döneminde ve Dil Devrimi ile yönelinebilinmiştir. Yoksa kurumumuzun ilk başkanı Samih Rıfat'ın da belirttiği gibi, yönetilen halkın, yöneticilere yalnız derin bir güvenle bağlı olması ve içeriğini anlamadığı yasalara yalnızca boyun eğmek zorunda olduğu bir güç gözüyle bakması demokrasinin yerleşmesi için yeterli olamazdı.
Öte yandan, dil ile düşünce arasındaki yakın ilişki dikkate alındığında, çağdaş uygarlık kavramlarına Türkçe karşılıklar bulmak, çağdaş düşüncenin bilinçli olarak Türk düşün hayatına aktarılmasına da yardım etmiştir. Bu yüzdendir ki Samih Rıfat, 1932'de şöyle konuşmuştu:
''Uygar düşünce konusunun dil ile çok ilgili olduğunu kabul etmek zorundayız... Şunu kesinlikle bilmeliyiz: Dilimizin söz varlığı içinde Arapça terimlerden ve deyimlerden bir kısmı, yabancı ve donmuş kalıplar durumunda yaşamış bile olsaydı, salt bunların yaşayışımıza aşıladığı skolastik anlamlardan dolayı hepsini yenilemek, değiştirmek zorundayız.''
Bütün bunların dışında, Dil Devrimi aynı zamanda ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgelemektedir. Çünkü Atatürk'ün 'tam bağımsızlık' anlayışına göre Kurtuluş Savaşı ve Lausanne Antlaşması ile kazanılan siyasal bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanlarında da tamamlanması gerekmekteydi. Dil, ulusal kültürümüzün ana öğelerinden biri olduğuna göre dilin özleşmesi bir bakıma kültürde de öze dönmek olacaktı. ''Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür'' diyen Atatürk, kültürü ''Okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, anlağı eğitmektir'' biçiminde tanımlıyordu. Bu tanımda herkesin kolaylıkla konuşup anlaşabileceği, yazacağı ve okuyup anlayacağı ortak dilden, özleşen Türkçeden söz edildiği açıktır. 1936'da toplanan Üçüncü Türk Dili Kurultayı'na sunulan çalışma yazanağında Dil Devrimi'nin bu yönü şu satırlarla belirtilmişti:
''Türk Dil Devrimi'nin uygulamadaki dileği, yazı dilimizle konuşma dili arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak, böylece Cumhuriyet Türkiyesi'nde herkesin kolaylıkla okuma yazma öğrenmesine, okuduğunu anlamasına, düşündüğünü yazmasına meydan açmaktır.''
Dil Devrimi'nin yanıbaşında, tüm sanat dallarında yapılan atılımlar ve geleneğe bağlı değerler getirerek çağdaş düşünceye ağırlık kazandırılması, kültür yaşamında yeni bir değerlendirme ve ulusal öze dönmek anlamına geldiğinden, Atatürk Devrimleri aynı zamanda kültür alanında da bir devrim olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenledir ki, Türkiye, İran ve Pakistan'ın oluşturduğu Kültürel İşbirliği (RCD) çerçevesinde 1967'de ülkemizde düzenlenen bir toplu çalışmaya Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi adı verilmiştir. Benzer adlarla kimi araştırmalar ve kitaplar yayımlandığı gibi, son olarak Sayın Cevdet Perin'in çıkarttığı kitap da Doğumunun Yüzüncü Yılında Atatürk Kültür Devrimi adını taşımaktadır.
Son olarak Dil Devrimi'nin kısa bir sürede sonuçları alınabilecek bir olay olmayıp devamlılık gösteren bir süreç olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu da dilin özelliğinden ve içeriğinden kaynaklanmaktadır. Dil Devrimi'nde diğer devrimlerde olduğu gibi amacı, ilkeleri, uygulama yöntemlerini belirleyen bir yasa çıkarma olanağı yoktur. Dil, onu konuşanların, yazanların ve onu sevenlerin ortak katkılarıyla özleşip gelişebileceğinden, kimi kuralları ya da sözcükleri buyuran ya da yasaklayan bir yasa, devrimi gerçekleştirmek, ulusal dili sağlamak bir yana dursun, var olan ikiliği sürdürmekten başka bir yarar sağlayamayacağı için Dil Devrimi'ni öngören özel bir yasa düzenlenmemiştir. Ve yine dil çalışmalarının hükümetlere bağlı bir resmi örgüt ya da çok az üyenin çalıştığı bir dil akademisi aracılığı ile değil de özgürce tartışmaların yapılabileceği özel bir kuruluş çatısı altında yürütülmesi uygun görüldüğü için dernekler düzeyinde bir kurumun, Türk Dil Kurumu'nun kurulması yoluna gidilmiştir.
Kurumun gerçek kurucusu ve koruyucu başkanı olan Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu salt uzmanlardan oluşan bir kuruluş olarak da düşünmemiştir. Gerçekten de, kabul edilen ilk tüzükle ''kendisinde yasal nitelikler bulunan her Türk'ün Türk Dil Kurumu'na üye olabileceği'' kabul edilmiştir. Yine bu düşünce iledir ki, Birinci Kurultay'dan önce yayımlanan bildiride, ''Kadın erkek her Türk yurttaş... kendini Kurultay'a çağrılmış saymalıdır'' denilmiştir. 1936 Kurultayı'nda ise üyelik sınırları daha da genişletilerek kurumun çalışma kollarına seçilenlerin kurum üyeliğini de almış sayılacakları yolunda bir hüküm eklenirken, Başkan Saffet Arıkan, bu özelliği bir başka biçimde de vurgulamak gereğini duymuştur:
''Türk Dil Kurumu, kimi bağnaz dilciler gibi yalnızca bir alana saplanıp kalmak, yalnız koyu Türkolog olmak düşüncesinde değildir!''
Atatürk'ün saptadığı ve uyguladığı amaç ve ilkeler doğrultusunda çalışmalarını 49 yıldır sürdüren Türk Dil Kurumu üyeleri ve Türk Dil Devrimi'nden yana olanlar için günümüzün en önde gelen sorunu, kuşkusuz ki bilimsel ve teknik ilerlemelere koşut olarak Türkçeye dolan terimlere ve sözcüklere karşılık bulmaktır. Geri dönülmesine artık olanak bulunmayan dil devrimimizin bu evrede de başarıya ulaşacağına inanıyor ve doğumunun 100. yıldönümünde Atatürk'ün ağzından sesleniyoruz:
''Türk ulusunu ve Türk dilini uygarlık tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz!''
Atatürk'ün doğumunun 100. yıldönümüne girerken O'nun başlattığı dil çalışmalarının bir devrim olup olmadığı ve toplumumuza yarar mı zarar mı getirdiği tartışmaları da ne yazık ki giderek yoğunlaşmaktadır. Oysa liseler için yazılan IV. cilt Tarih'in 1934 baskısında bile Türk Dil Kurumu'nun kuruluşu ve Türkçenin özleştirilmesi çalışmaları Cumhuriyet kuşaklarına Dil İnkılâbı Hareketi başlığı altında sunulmuştu.
Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışında ''Türk devrimi nedir?'' sorusunu, ''Bu devrim, sözcüğün bir anda dolaylı olarak belirttiği ihtilal anlamından başka, ondan daha geniş bir değişikliği belirlemektedir'' diye yanıtlayan Atatürk, devrim'i şöyle tanımlamaktadır:
''Devrim var olan kurumları zorla değiştirmek demektir. Türk ulusunu son yüzyılda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, ulusun en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.''
O'nun kimi kez ''devrim'' (inkılâb), ''Türk devrimi'' diye tekil, kimi kez de ''inkılâbat, inkılâblar, devrimler'' ya da ''Türk Genel Devrimi'' diye çoğul biçimde kullandığı devrimlerle güdülen amaç, bilindiği gibi, önceden bütün açıklığıyla saptanmıştır. Gerçekten de Atatürk, 1925'teki Kastamonu konuşmasında:
''Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını, tümüyle çağımıza uygun ve bütün anlam ve biçimiyle uygar bir toplum durumuna ulaştırmaktır'' diye devrimlerin ana doğrultusunu göstermiş ve daha sonraki yıllarda da, özellikle ''Onuncu Yıl Söylevi''nde bunu yinelemekten geri kalmamıştır.
Türk toplumunu çağdaş düzeye ulaştırma aynı zamanda bir çağ değişikliği de demektir. Bu yüzdendir ki başarıya ulaşan Atatürk, ''Biz büyük bir devrim yaptık. Memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürdük'' diyebilmiştir. Ve yine olumlu sonuçların alınmasına dayanarak 1935'te genel bir değerlendirme yapma olanağını bulmuştur:
''Uçurum kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar. Yıllarca süren savaş. Ondan sonra içeride ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet... Ve bunları başarmak için arasız devrimler... İşte Türk Genel Devrimi'nin bir kısa deyimi.''
Atatürk Devrimlerinin en belirgin özelliklerinden biri de, bunların belirli bir sıraya göre ve zamanı geldiğinde uygulamaya konulmalarıdır. Bu genel dizge içerisinde Dil Devrimi, Harf Devrimi'nin gerçekleştirildiği 1928 yılında gündeme girmişti. Yeni Türk Abece'sini saptamak için oluşturulan kurul, daha çok ''Dil Kurulu'' adı altında çalışmalarını sürdürmüştü. Ahmet Cevat da dile ilişkin yazılarını Muhtaç Olduğumuz Lisan İnkılâbı Hakkında Bir Kalem Tecrübesi adını koyduğu bir kitapta toplamıştı. 1930'a gelindiğinde Milli Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Taray, ''Harf Devrimi'yle, dilimizi içine çekip batıracak büyük bir hendeği atladık. Şimdi sıra dilimizin bu devrimin gereklerini karşılamasına kaldı'' diyerek, zamanın geldiğini vurgulamıştı. Yeni bir atılımla sürdürülmesi gereken dil çalışmaları için yeni bir örgütlenme de zorunlu görüldüğünden Atatürk'ün isteğiyle 12 Temmuz 1932'de Türk Dil Kurumu kurulmuştu.
26 Eylül 1932'de toplanan Birinci Türk Dili Kurultayı'nda amaç ve yöntem belirlenirken, dilde devrim yapılıp yapılamayacağı uzun ve oldukça sert tartışmalara yol açmıştı. Başta Hüseyin Cahit Yalçın olmak üzere kimi üyeler dilde ancak ''doğal bir evrim''in geçerli olabileceği görüşünü savunmuşlar, buna karşın birçok üye de Türkçe için devrimden başka bir yol olamayacağını dile getirmişlerdi. Bu arada konuşan Fuad Köprülü, Türkçe yönünden ve dilin zenginliği ile bağımsızlığı açısından son yüzyıllarda ileriye doğru bir gelişme değil de geriye doğru bir gelişme gözlendiğini dili düzeltmek için o güne değin yapılan çalışmaların güçsüz birer akım olmaktan öteye geçemediklerini belirterek evrimci görüşü savunanlara karşı çıkmış ve ''Görünüşte bir bilim cilasına bürünen bu sav, bütün devrim hareketlerine karşı her zaman kullanılan eski bir silahtır'' demişti. Konuşmasını sürdüren Köprülü, 26 Eylül tarihini ''Ulusal Rönesansımızın başlangıcı'' olarak nitelendirmiş ve başlayan Dil Devrimi ile Atatürk'ün ''ulusuna armağan ettiği büyük devrimler zinciri''ne yeni bir halka eklendiğini vurgulamıştı.
Dilde devrim ilkesi benimsendiği içindir ki, ilk Kurultay'dan sonra yönetim kurulunun Atatürk'ün başkanlığında yaptığı toplantıda Dil Devrimi'nin amacı bütün yönleri ile açık seçik saptanmış ve 17 Ekim 1932'de bir bildiri ile açıklanmıştı:
''1- Türk dilini ulusal kültürümüzün eksiksiz bir anlatım aracı durumuna getirmek,
Türkçeyi çağdaş uygarlığımızın önümüze koyduğu tüm gereksinmeleri karşılayacak bir yetkinliğe erdirmek.
2- Bunun için, yazı dilinden Türkçeye yabancı kalmış öğeleri atmak,
Halkçı bir yönetimin istediği biçimde, halk ile aydınlar arasındaki nitelikçe ayrı iki dil varlığını ortadan kaldırmak,
Ana öğeleri Öz Türkçe olan ulusal bir dil yaratmak.''
49 yıldır uygulanmakta olan bu ilkelere ve söz konusu metne eklenecek hiçbir sözcük bulunmadığı kuşkusuzdur.
Atatürk devrimlerinin bir başka özelliği, bunların birbirleriyle ilgili, birbirlerini tamamlar, birbirleriyle uyumlu olmalarıdır. Kendisine yöneltilen ''En büyük devriminiz hangisidir?'' sorusuna yanıt veren Atatürk bunu şöyle belirtiyor:
''Benim yaptıklarım birbirine bağlı ve gerekli işlerdir. Bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan sorunuz!''
Bir bütünlük gösteren devrimler içerisinde Dil Devrimi'nin yerini de Birinci Kurultay'da yine F. Köprülü şöyle dile getirmişti:
''26 Eylül (Dil Devrimi), birbiriyle uyumlu ve büyük bir bütün oluşturan Türk Devrimi'nin en doğal ve belki en çarpıcı sonucudur.''
Bu niteliği ile de Dil Devrimi, Türk toplumunun ulusal çehresinin değişmesinde etken olan ana öğelerden biridir. 9 Mart 1935'te bu değişikliği belirleyen Atatürk, Dil Devrimi'nin oynadığı rolü de vurgulamıştı:
"Bugüne değin kültürel ve sosyal alanda başardığımız işler, Türkiye Cumhuriyeti'nin ulusal çehresini kesin çizgileriyle ortaya çıkarmıştır."
''Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar, bilimsel, müzik ve teknik kurumlarıyla, kadını erkeği her hakta eşit yeni Türk toplumu, bu son yılların oluşumudur.''
Öte yandan Dil Devrimi, tüm Atatürk devrimlerine egemen olan ana ilkeleri yansıtması ve onları desteklemesi yönünden de ayrı bir değer taşır. Türk Genel Devrimi'nin vazgeçilemez ana öğelerinden olan Dil Devrimi, kendi içinde de bir bütün olarak her şeyden önce devrimci bir atılımdır. Bunun yanıbaşında Dil Devrimi, ''ulusçuluk'' ilkesinin en belirgin bir uygulaması olmuştur. Atatürk'ün ulus ve ulusçuluk anlayışında Öz Türkçe ulusal dil olarak ana kaynaklardan biridir. Ayrıca O, Türkçenin yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarılması gerektiği yolundaki buyruğunu verirken, dil ile ulusal duygu arasındaki ilişkiye de dikkati çekmekten geri kalmamıştır:
''Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir.''
Bursa'daki gericilik olayı üzerine 6 Şubat 1933'te bir demeç veren Atatürk, dilin ulusal benlik yönünden önemini bir kez daha vurgulayıp, ''Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk ulusunun ulusal dili ve ulusal benliği, bütün hayatında egemen ve esas kalacaktır'' diye gürlemiştir. Bu nedenledir ki, ulusal dili oluşturmayı amaçlayan Dil Devrimi'ni herkesten çok, boyuna ulusçuluktan söz edenlerin desteklemesi gerekir!
Konuşma dili yazı dili arasındaki ayrılığı, halk ile aydınlar arasındaki uçurumu gidermeye yönelen Dil Devrimi ''halkçılık'' ilkesinin de bir gereği ve uygulanması idi. Bu girişim Ziya Gökalp'in özlediği ''halka doğru'' olmanın da ötesinde, halk içinde, halk ağızlarından yararlanılarak gerçekleştirilmek istenen halkçı bir atılımdı.
Dil Devrimi, Atatürk Devrimlerinin eksenini oluşturan ''laiklik'' ilkesinin yerleşip güçlenmesine de destek olmuştur. Daha dilde devrime girişmeden, dinsel görevlerin yerine getirilmesinde Türkçe kullanılmasına büyük önem veren Atatürk, 7 Şubat 1923'te Balıkesir Paşa Camii'nde minbere çıkarak ''Hutbeler tümüyle Türkçe ve devrim gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır'' kararını açıklamış ve böylece halkın anladığı ilk Türkçe hutbe örneğini de vermişti. Arkasından hilafetin kaldırılması ve medreselerin kapatılması ile okullardaki Arapça öğretime son verilmiş ve yarı kutsal bir dil sanılan Arapça bu üstünlüğünü yitirerek yerini Türkçeye bırakmıştı. 18 Temmuz 1932'den başlayarak da bütün Türkiye'de ezanın Türkçe olarak okunması yurt ufuklarında anadilin yankılanmalarına yol açmıştı. Ne yazık ki, 1950 seçimlerinden sonra siyasal iktidar ezanı yine Arapçaya çevirerek laisizmin uygulanmasında büyük bir ödün vermiş ve bunu düzeltmek olanağı da bulunamamıştır.
Dil Devrimi'nin giderek güçlenmesine koşut olarak yazı dili ile halkın konuştuğu dil arasındaki büyük ayrılığın azalması, ülkemizde demokrasinin yerleşmesine de yardım etmiştir. Ulusal egemenlik yalnızca halkın belirli dönemlerde oy vermekle kalmayıp, nasıl yönetildiklerini anlamalarına, kendileri için uygulanmakta olan yasaların, yargı kararlarının dillerini anlamalarına sıkı sıkıya bağlı bir kavram olduğundan Türkiye'de buna ancak Cumhuriyet döneminde ve Dil Devrimi ile yönelinebilinmiştir. Yoksa kurumumuzun ilk başkanı Samih Rıfat'ın da belirttiği gibi, yönetilen halkın, yöneticilere yalnız derin bir güvenle bağlı olması ve içeriğini anlamadığı yasalara yalnızca boyun eğmek zorunda olduğu bir güç gözüyle bakması demokrasinin yerleşmesi için yeterli olamazdı.
Öte yandan, dil ile düşünce arasındaki yakın ilişki dikkate alındığında, çağdaş uygarlık kavramlarına Türkçe karşılıklar bulmak, çağdaş düşüncenin bilinçli olarak Türk düşün hayatına aktarılmasına da yardım etmiştir. Bu yüzdendir ki Samih Rıfat, 1932'de şöyle konuşmuştu:
''Uygar düşünce konusunun dil ile çok ilgili olduğunu kabul etmek zorundayız... Şunu kesinlikle bilmeliyiz: Dilimizin söz varlığı içinde Arapça terimlerden ve deyimlerden bir kısmı, yabancı ve donmuş kalıplar durumunda yaşamış bile olsaydı, salt bunların yaşayışımıza aşıladığı skolastik anlamlardan dolayı hepsini yenilemek, değiştirmek zorundayız.''
Bütün bunların dışında, Dil Devrimi aynı zamanda ulusal kültür alanında girişilmiş büyük bir atılımı simgelemektedir. Çünkü Atatürk'ün 'tam bağımsızlık' anlayışına göre Kurtuluş Savaşı ve Lausanne Antlaşması ile kazanılan siyasal bağımsızlığın, kültür ve ekonomi alanlarında da tamamlanması gerekmekteydi. Dil, ulusal kültürümüzün ana öğelerinden biri olduğuna göre dilin özleşmesi bir bakıma kültürde de öze dönmek olacaktı. ''Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür'' diyen Atatürk, kültürü ''Okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden anlam çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, anlağı eğitmektir'' biçiminde tanımlıyordu. Bu tanımda herkesin kolaylıkla konuşup anlaşabileceği, yazacağı ve okuyup anlayacağı ortak dilden, özleşen Türkçeden söz edildiği açıktır. 1936'da toplanan Üçüncü Türk Dili Kurultayı'na sunulan çalışma yazanağında Dil Devrimi'nin bu yönü şu satırlarla belirtilmişti:
''Türk Dil Devrimi'nin uygulamadaki dileği, yazı dilimizle konuşma dili arasındaki uçurumu ortadan kaldırmak, böylece Cumhuriyet Türkiyesi'nde herkesin kolaylıkla okuma yazma öğrenmesine, okuduğunu anlamasına, düşündüğünü yazmasına meydan açmaktır.''
Dil Devrimi'nin yanıbaşında, tüm sanat dallarında yapılan atılımlar ve geleneğe bağlı değerler getirerek çağdaş düşünceye ağırlık kazandırılması, kültür yaşamında yeni bir değerlendirme ve ulusal öze dönmek anlamına geldiğinden, Atatürk Devrimleri aynı zamanda kültür alanında da bir devrim olarak nitelendirilmiştir. Bu nedenledir ki, Türkiye, İran ve Pakistan'ın oluşturduğu Kültürel İşbirliği (RCD) çerçevesinde 1967'de ülkemizde düzenlenen bir toplu çalışmaya Atatürk Önderliğinde Kültür Devrimi adı verilmiştir. Benzer adlarla kimi araştırmalar ve kitaplar yayımlandığı gibi, son olarak Sayın Cevdet Perin'in çıkarttığı kitap da Doğumunun Yüzüncü Yılında Atatürk Kültür Devrimi adını taşımaktadır.
Son olarak Dil Devrimi'nin kısa bir sürede sonuçları alınabilecek bir olay olmayıp devamlılık gösteren bir süreç olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu da dilin özelliğinden ve içeriğinden kaynaklanmaktadır. Dil Devrimi'nde diğer devrimlerde olduğu gibi amacı, ilkeleri, uygulama yöntemlerini belirleyen bir yasa çıkarma olanağı yoktur. Dil, onu konuşanların, yazanların ve onu sevenlerin ortak katkılarıyla özleşip gelişebileceğinden, kimi kuralları ya da sözcükleri buyuran ya da yasaklayan bir yasa, devrimi gerçekleştirmek, ulusal dili sağlamak bir yana dursun, var olan ikiliği sürdürmekten başka bir yarar sağlayamayacağı için Dil Devrimi'ni öngören özel bir yasa düzenlenmemiştir. Ve yine dil çalışmalarının hükümetlere bağlı bir resmi örgüt ya da çok az üyenin çalıştığı bir dil akademisi aracılığı ile değil de özgürce tartışmaların yapılabileceği özel bir kuruluş çatısı altında yürütülmesi uygun görüldüğü için dernekler düzeyinde bir kurumun, Türk Dil Kurumu'nun kurulması yoluna gidilmiştir.
Kurumun gerçek kurucusu ve koruyucu başkanı olan Atatürk, Türk Dil Kurumu'nu salt uzmanlardan oluşan bir kuruluş olarak da düşünmemiştir. Gerçekten de, kabul edilen ilk tüzükle ''kendisinde yasal nitelikler bulunan her Türk'ün Türk Dil Kurumu'na üye olabileceği'' kabul edilmiştir. Yine bu düşünce iledir ki, Birinci Kurultay'dan önce yayımlanan bildiride, ''Kadın erkek her Türk yurttaş... kendini Kurultay'a çağrılmış saymalıdır'' denilmiştir. 1936 Kurultayı'nda ise üyelik sınırları daha da genişletilerek kurumun çalışma kollarına seçilenlerin kurum üyeliğini de almış sayılacakları yolunda bir hüküm eklenirken, Başkan Saffet Arıkan, bu özelliği bir başka biçimde de vurgulamak gereğini duymuştur:
''Türk Dil Kurumu, kimi bağnaz dilciler gibi yalnızca bir alana saplanıp kalmak, yalnız koyu Türkolog olmak düşüncesinde değildir!''
Atatürk'ün saptadığı ve uyguladığı amaç ve ilkeler doğrultusunda çalışmalarını 49 yıldır sürdüren Türk Dil Kurumu üyeleri ve Türk Dil Devrimi'nden yana olanlar için günümüzün en önde gelen sorunu, kuşkusuz ki bilimsel ve teknik ilerlemelere koşut olarak Türkçeye dolan terimlere ve sözcüklere karşılık bulmaktır. Geri dönülmesine artık olanak bulunmayan dil devrimimizin bu evrede de başarıya ulaşacağına inanıyor ve doğumunun 100. yıldönümünde Atatürk'ün ağzından sesleniyoruz:
''Türk ulusunu ve Türk dilini uygarlık tarihinin ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün dünyaya göstereceğiz!''
 
 
 
 
 
 
